• DİL
sosyal sosyal sosyal sosyal sosyal
Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, yüksek kültürde ve fazilette dünya birinciliğini tutmaktır

Mustafa Kemal ATATÜRK

--A+

ÇANAKKALE ŞEHİDİNDEN DERSAADET'E SON MEKTUP

18 mart 1915 çanakalle şehitleri günü

ss

AHMET DAYI’NIN HİKÂYESİ

 

     “Dayım Arıburnu ’ nda şehit olmuş ” demişti babam ;

varlığından öyle haberdar oldum.

 İsmini söylemiş miydi, hatırlamıyorum. 7-8 yaşlarındaydım.

     Hafızama nakşolan küçük yaşta kaybettiği annesinin acısına eklenen “ şehit dayı ” kederi olmuştu.

     Sükûtun altın olduğuna inanan babam , bir daha ondan söz etmedi. Ama orta sofadaki masada otururken söylenen o cümledeki hüzün , hiç yakamı bırakmadı.

     Aradan  yıllar geçti. Öğrencilik döneminde , ne zaman tarih derslerinde Çanakkale Savaşı ‘ nı okusak , o ahşap evin loş ışığında , bir zamanlar yaşadığını öğrendiğim ama hayatı hakkında başka da hiçbir şey bilmediğim dayı ; içimde ki gökyüzünde uzak bir yıldız gibi yanıp söndü.

      Annemle babam vakitsiz öldüler. Türkiye ‘ nin sosyal ve siyasal çalkantıları ve hayat gailesi , çocukluk anılarını bir tarafa bırakıp , genç yaşta büyümeyi emretti. Hatıralarla uğraşmak yerine , geleceği inşa etme kaygısı ; Çanakkale ‘ de şehit olan dayıyı resmi tarihin içine hapsetti ve belleğimin derinliklerine itti.

     On yılar geçti. Bir gün evsiz bir arkadaşımıza Saros körfezinde satılık bir ev haberi geldi. “Hadi kalkıp gidelim , görüp akşama döneriz ” diye İstanbul ‘ dan yola çıktık. Ama güzergâhda yakalandığımız bir fırtına , geceyi Güneyli Köyü ‘ nde geçirmeye bizi mecbur etti , dönemedik.

     Sabah , arkadaşımız ,“ siz görmemişsinizdir , madem buralara geldik , sizi Çanakkale Abidesi ‘ ne götüreyim ” teklifinde bulundu. Ne güzel!..

     Yol öngörülenden uzun sürdü. Yaz günü , köylerin içinden toprak yollardan geçerek tırmanıyoruz anıta , heyecanlıyım.

      Tabelasında “ Alçıtepe ” yazan bir köyün içinden geçerken , tek katlı alçak gönüllü bir köy evinin üzerinde naif bir yazıyla yazılmış “müze” tabelâsını gördüm , zihnim birden çok gerilere gitti. Çocukken eve alınan Hayat dergilerini pek merakla okurdum. Hatırladım , o dergilerden birinde bu köy müzesinin fotoğrafını görmüş ve bir köylü yurttaşın evini müzeye dönüştürme hikâyesini ilgiyle okumuştum. Hafızamdaki fotoğraf , karşımda duruyordu.

       “ Duralım,  duralım ” diye seslendim , “ ne olur gezeyim bu müzeyi ” diye tutturdum.

       Ama yol arkadaşlarım , bu sıcak günde , zaten fazlasıyla uzamış seyahatten bezmişler , “ dur bakalım , hele bir anıta varalım , dönüşte gezersin ” dediler. El-mecbur uydum,  sessizce devam ettik.

       Ne tuhaf,  anıtı doğru dürüst hatırlamıyorum. Aklım o kadar takılmıştı ki kapısında “ müze ” yazan o köy evine,  bir an önce dönmek için baktığım yerleri de göremedim. Dönüşe geçtik. Güneşin ışıkları yatmış , aşağıda  denizin kıyısında kurulan hayali masada “ kızıla boyanan camların daveti ” yolcuları “vuslata ” öyle kilitlemişti ki , hızla iniyorduk aşağı ve kimsenin duraklamaya niyeti kalmamıştı.

 

 Evet o köy , o ev!.. “ Koşa koşa gezip hemen geleceğim ” Araba az ötede isteksizce durdu , gözlerde “ çabuk ol ” işareti.. Hızla köy evinin kapısından girdim , küçük iç-içe iki oda hatırladığım ‘ avluda akşam yemeğini yiyen aile… Telâş ve heyecan içinde plastik tabakların içine konmuş mermilere toprak altından çıkarılmış paslı tabancalara , kemiklere , mataralara , her şeye her şeye bakıyorum. , duvarda Hayat dergisinin o sayısı fotoğraflar , gelen ziyaretçilerin yazıları , her şey , o alçak tavanlı odaların badanaları , küçük pencereler , avludaki sofra öyle içten , öyle süssüz ve sahici ki yaşamla ölüm o kadar iç içe ki , büyüleniyorum.

       Çabuk olmam lâzım. Kapıya yönelip aileye “ iyi akşamlar ” diyorum. Adımımı eşikten atarken ,  neden bilmiyorum , birden duruyorum , başımı çevirip geriye bakıyorum…

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

 Bir an zaman akşam alacasına durdu asılı kaldı.

Kapının yanındaki duvarda bir fotoğraf bana baktı… Fesli bir asker , dolak sarılmış bacaklarından birini dizden kırıp , öbürünün üzerine atmış , göğsünde fişeklikler , eli oturduğu sandalyeye dayalı mavzerinde.. Gözümün içine baktı.

Fotoğrafın altında iki satır bir yazı.

“ Arıburnu ‘ nda şehit olan dayım Ahmet Hamdi.

Müzeye bağışlayan Em. Kd. Alb. Ö. Lütfü Evcimen , benim amcam , onun dayısı babamın da dayısı!...

Ahmet Hamdi  dayıyla , bir akşam vakti böyle tanıştım. Elim kapının kolunda öyle yüzyüze baktık. Ortalık kararıyordu. O fotoğraftaki yaşında kalmıştı , ben yaşlanmıştım.

Sarhoş gibi bindim arabaya.. ” Beni çağırdı ”dediğimi hatırlıyorum. Heyecanla anlattım hikayeyi. “ Yine geleceğim ” dedim. Olmadı , gidemedim.

      Birkaç yıl sonra hepsi de orta yaşı çoktan aşmış “ ailede son kalan kadın azâlar ” toplantısında , Ö. Lütfü Amcamın kızı olan kuzinim çantasından , incecik katlanmış bir pelür kâğıt çıkardı , Osmanlıca yazılı mürekkebi silikleşmiş tül gibi bir kâğıt , “ Çocuklar , bunu babamın arşivinde buldum , Çanakkale ‘ de ölen büyük dayımızın son mektubuymuş , görmenizi istedim ” dedi. Hepimiz elden ele dolaştırdık , usulca okşadık , hatırayı andık , kalpler çarptı , gözler nemlendi.

O günüm nihâyetinde bizim için çektirilmiş fotokopileri aldık , evlerimize dağıldık.

       O sıralar Toplumsal Tarih Vakfı ‘ nın açtığı Osmanlıca kursuna gidiyordum. Gece pür-heves canımı dişime takıp mektubun bir kısmını çevirdim , yapamadıklarımı ertesi gün derste sevgili hocamız Yücel Demirel ‘ e gösterdim. “ Bugün dersimiz bu mektup olsun Filiz Hanım ” dedi , bütün kursiyerlere mektup örneği dağıtıldı ve her kelime yüreğime işledi.

 

Mektup

Sevgili Velinimet Pederim,

       Evvela sıdk-ı hulûs , arz-ı ihtiram ederek mukaddes ellerinizden öperek hayır duanızı talep ederim ve gözleri yaşlı valideciğimin ellerinden öperek hatır-ı nazikânelerini istifsâr eylerim. Biraderim efendinin ve hemşirem hanımın gözlerinden öperim. Oltarafta acizanemi sual eden akraba-yı talükata konu komşuların cümlesine selamlar ederim. Benim pederim , şimdiye kadar sizi mektuplarımla taciz etmekten mahrum kaldığımın esbabı şudur ki Edirne merkez hastahanesine yattığımdandır. Ve hastalığım ise hem ehemmiyetsiz hem ehemmiyetli , malûm-u âkniz her sene çıkarmakta olduğum kan çıbanlarından bir tane sol kolumun dirseğinde baş gösterdi. Toplamak üzre iken Kartaltepe istikametine gece ileri karakol tertibatı almak üzere gitmiş idik.  Avdette yağmur yağıyordu , aynı zamanda elim de kaput cebinde bulunuyordu. Sol tarafta uçurum gibi bir yer idi. Sol ayağım nasılsa kaydı. Bütün vücudumun sikleti ile çıbanın üzerine düştüm. Zordan ham çıban patladı ve o gece bileğim şişmiş , ertesi günü elimin üzerine şişlik inmeye başladı. İki gün zarfında sol kolumda elimin parmaklarını kıvıramaz oldum. Gayret edip talimde devam ettimse de nihayet tabibe müracâta mecbur oldum. Doktor ise hastaneye havale etti. Çünkü ufak bir yara bile tedavi etmiyorlar. Derâkab hastaneye havale ediyorlar. Ben ise Kanun-u sani 1330’un onunda yattım. Şubatın 15’ine kadar kaldım. Hamd olsun şimdilik duanız berakatıyla kolum ve elim kesb-i afiyet ettiğinden taburuma geldim. Bi-hamdillahi tealâ VATANI MÜDAFAA EDECEĞİM, alet-i harbiye olan SEVGİLİ MUHTEREM VE MUAZZEZ OLAN MAVZERİME KAVUŞTUM. “Elhamdürillah” Âcizanem öyle biliyorum ki işbu mektuba mey’us ve müteessir olduğunuza kalbimde şekk-i şüphem yoktur. Fakat hiç mey’us ve müteessir olmayınız. Bihamdüllahi teala vücudum afiyet üzre olup ve sizinde afiyet üzere olmanızı cenab-ı vacib-ül vücud hazretlerinden gece ve gündüz niyaz ve temenni ederim.

     Sevgili pederim , işbu mektuptan mukaddem tarafınıza iki adet kartpostal gönderdim. Vüsul bulup bulmadığını beyan edersiniz. Böylece malûmunuz olsun. Bâki afiyet üzere daim olunuz pederciğim. 14 Şubat

 

 Mahdumunuz

            Ahmet

Ol tarafta halam Hacı Emir Hanım’a ayrıca selâmlar edip, mübarek ellerinden öperek , hayır duasını talep ederim. Ve Hayriye Hala’ma dahi ayrıca selâmlar ederim ve mübarek ellerinden öperim ve kerimeleri hanımlara selâmlar ederim.

     Bâki afiyet ve eniştem Salim Ağa’ya selâmlar ederim.

     İşbu mektubu tarafınıza getiren alay ve hasthane arkadaşım Niyazi Efendi’dir. 

 

Artık onu sadece suretiyle değil, sözleriyle de tanıyordum. Sonraları aile bireylerinden nakledilen her hatırada onu dinledim, geceler boyu dinlediklerimi düşündüm. Ne kadar ince ruhlu bir çocuk olduğunu, hatırnazlığını, en küçük kız kardeşi “ ipek sultan ” Emine ‘yi elinden tutup yeni açılan Arkeoloji Müzesi ‘ ne götürdüğünü ,  sanata , edebiyata olan merakını , Kâbe ‘ den dönen babasını karşılarken “ pederim müsaade edin evvelâ gözlerinizden öpeyim , kim bilir bu mübarek gözler neler gördü ” deyişini , en büyük evlat olması hasebiyle evin temel direği olduğunu… Hep dinledim.

 

 

     Zaman yine aktı. İstanbul‘dan kaçıp eşimle İznik‘te bir dağ köyüne yerleştik. Yakınlarım şehirde kaldı. Bütün o hatıraları nakledenler, o son mektubu getirenler de göçüp gitti.

Geride sözler kaldı. Tarih kaldı. Her şey geçiyor ama hikâyeler kalıyor ve o da tarihi yazıyordu. Bende onun sinesine döndüm. Dayıyı ve ailenin diğer savaş görmüş bireylerinin askeri safahatlarını araştırmak istedim; dedeleri de hiç tanımamıştım, bu nedenle askeri arşivlere başvuruda bulundum. Gelen cevapta sorduğum bireylerle olan yakınlığımın ispatı, nüfus kayıtları, mahkeme kararları gibi belgeler istenince ümitsizliğe kapıldım, ben bir menfaatin değil sadece hikâyelerin peşindeydim. İnatçı ve uzun yazışmalardan sonra… Anlaşıldım galiba...

     Bir sabah postacı kalın bir zarf getirdi.

Hikayeler gelmişti!..

  1. Dünya Savaşı Zayiat Kayıt Defteri ‘nden işte o sayfa :

 

        Fakr-ü demm-i had..  Had safhada kan kaybı.. Ah , canım , aldığı yarayla cephede öldüğünü söylemişlerdi , demek sonra hastahanede kan kaybından.. Ah , ama Dimetoka Hastanesi diyor , bu neresi acaba ? Araştırıyorum.. Aa , Biga Gümüşçay ilçesinin eski adı Dimetoka , o tarihlerde orada bir asker hastanesi var , 3. Menzil Hastahanesi.. Savaş sürerken Çanakkale civarında pek çok hastane kurulmuş , bu da onlardan biri. Karabiga ‘ ya deniz yoluyla getirilen yaralılar oradan Biga ‘ ya naklediyorlar demek. Peki duruyor mu acaba hastahane ?

      Bu sefer Biga ‘ da iz sürüyorum ,  yerel basında karşıma emekli öğretmen Engin Bey çıkıyor , Engin Gürsu. Şimdi yerinde yeller esen hastane binasını o biliyor, orada ölenlerin defnedildiği alanı , şehitlerin kimliklerini senelerce araştırmış , listeler çıkarmış , deli gibi uğraşmış , “ o alana basıp şehitlerimizi çiğnemeyelim , onlara sembolik birer taş yaptıralım ” diye her merciye başvurmuş. Mücadelesine hayran oluyorum. Telefonunu bulup arıyor ve kendimi tanıtıyorum. Ahmet Hamdi dayıdan söz ediyorum. “ Bendeki listede böyle bir isim yok ” diyor , askeri arşivden söz edip bana gelen evraktan ona da yolluyorum.

        Bir süre sonra Engin Bey beni heyecanla arıyor “ iki kişiyi  atlamışız,  biri sizin dayınız,  çok teşekkür ederim diyor. O gerçek bir sivil tarih gönüllüsü. Çevresindeki tarihi keşfetmek ,  korumak ve geleceğe ,  bırakmak için tek kişilik bir ordu gibi çalışıyor. Saygı duyuyorum. İsteği üzerine dayım hakkında bilgi ve fotoğraf gönderiyorum.

         Bir akşam vakti değerli hocamız Engin Bey beni arıyor “ efendim, şehidimizin taşını buradaki bir hayırseverin desteğiyle yapıp yerine koyduk ” diyor. Fotoğrafa bakıyorum ,  kalbim yanıyor.

Son söz söylendi. Hikâye burada bitti.

 

                       Şimdi toprağında rahat uyu Ahmet Dayı

                       Beni çağırmıştın,  geldim.

                       Mektubunu yolladın,  aldım

                       Âyan olmak istedin,  bildim .

Yüz yıllık hasret ve ebedi minnetle...

                                                                                                                                 Yeğenin

A. Filiz Salıcı  (Evcimen)

 

 

Fazlı oğlu Ahmet Bey ve ailesi

   Ahmet Hamdİ , tarihte ’93 harbi diye anılan , 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı günlerinde Bulgaristan’dan göç eden bir ailenin çocuğu olarak , 1888’de İstanbul/Fatih’te doğdu.

   Dedesi ,  Çiftlikli Ali Bey , kışları Sofya’da yazları Samakov’da yaşayan varsıl bir kişiydi.

   Anlatıldığına göre , bir gece çiftliklerinde çalışan bir Bulgar’ın “kaçın , bizimkiler sizi kesecekler” diye uyarması üzerine , herşeylerini bırakıp ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti ve Fatih’e yerleşti. Kapalı çarşı’da karşılıklı iki dükkân alıp deri-kösele ticareti yapmaya başladı.

    Oğlu Fazlı Bey evlilik zamanı gelince Leskofçalı bir ailenin kızı olan Meryem Hanım’la evlendi. Bu izdivaçtan sırayla Ahmet, Sabriye , Şükrü , Emine , isimli dört çocuğu oldu.

    Fazlı Bey 1900’lü yılların başında Beyazıt/Mercan Bakırcılar yokuşunda beş katlı bir ev yaptırdı ve buraya taşındı. Düşüncesi, deri/kösele ticaretini bir üretime dönüştürmek,  fabrikalaşmaktı. Bu amaçla arsalar alındı, planlar çizildi.

     En büyük dayanağı ve yardımcısı büyük oğlu Ahmet Hamdi idi. Seferberlik ilânında , Fazlı Bey oğlu savaşa katılsın istemedi, bu amaçla 52 altın bedel yatırarak onu askerlikten muaf bıraktı. Bundan haberi olmayan Ahmet her gün sevk haberi bekliyor “beni niye askere almıyorlar , ben bu vatanın evladı değilmiyim”diye yakınıyordu.

      Hırka-yı Şerif askerlik dairesine gidip de bedelli olduğunu öğrenince , gönüllü olarak cepheye gitmek için başvurdu. Gece ailesini , durumdan haberdar edip , babasına , “pederim , emsallerim cephede savaşırken ben validemin dizinin dibinde oturamazdım” dedi ve Çanakkale’ye sevkedilen birliklerle beraber yola çıktı. Çanakkale Savaşı’nın en kanlı çarpışmalarını yaşandığı günlerde Arıburnun’da şehit olduğu haberi , ailesine o senenin ramazan günlerinden birinde ulaştı.

      Baba Hacı Fazlı Bey , bir teravih sonrası kıraathanede , Ahmet’in şehit listesinde ismi okununca eve geldi , bu acı haberi her gün oğlunun yolunu gözleyen anneye nasıl söyleyeceğini bilemedi. Gece yatağında için için ağladığını fark eden eşinden bir mendil isteyince ,  Meryem Hanım “ gitti evlâdım” diye feryad etti. Bütün ev ayağa kalktı, gözyaşları sel olup aktı… Fazlı Bey “Hanım , sus , bağırıp ağlayıp şehidimizi incitmeyelim , biz Allah ‘ ını bilen insanlarız , evlâdımızı mübarek katında rahatsız etmeyelim” telkininde bulundu.

      Bu ölüm aileyi çok sarstı. Hacı Fazlı Bey gözbebeği oğlu Ahmet’le yapmayı düşündüğü her şeyden vazgeçti. İstanbul işgal edilmiş, ordugâhlardan biri Mercan’daki evin yakınına kurulmuştu. Süleymaniye Rüştiye’sini bitirip, Muallim mektebine gitmeye hazırlanan Emine , güvenlik endişesiyle okuldan alındı.

      Fazlı Bey şeker hastası oldu , işleri bozuldu , bir süre sonra vefat etti.

      Meryem Hanım küçük kızı ve diğer oğlu Şükrü Bey’le yalnız kaldı. Şükrü Bey’in hovardalıkları sonucu Kapalıçarşıda’ki dükkanla, Mercan’daki ev satıldı, aile sıkıntıya düştü.

      Meryem  Hanım oğlu Ahmet’in asker arkadaşlarının yolunu gözledi, evlâdının bir Fransız kurşunu ile vurulup düştüğünü gören Bilecik’li siper arkadaşını oğlu bildi. Son nefesine kadar “belkide ölmemiştir, yaralanmıştı , iyileşir gelir” diye kapılara bakarak bu dünyadan göçtü , gitti. 

 

 

       “Bu anılar sözlü olarak Ahmet Hamdi Bey’in küçük kızkardeşi Emine Esen Hanımefendi

(1905-1995) ve kızı Saliha Günenç Hanımefendi’den derlenmiştir.”

 

 

 

 

 

 

 

Gümüşçay Şehitliğinin yapılmasına önayak olan , tarih gönüllüsü emekli öğretmen Engin Gürsu , taşın konulduğu akşam vakti taşı yaptıran Biga’lı hayırseverli (Biga şoförlör odası başkanı)

 

 

 

 

Fazlı oğlu Ahmet’in Çanakkale’den ailesine yolladığı son mektup (1. Sayfa)

  

Mektubun 2. Sayfası

Son sayfa

 

 

T.C. MİLLİ SAVUNMA BAKANLIĞI ARŞİV MÜDÜRLÜĞÜ/ANKARA’ dan gönderilen Fazlı oğlu Ahmet’in şehadet belgesi 

 

Fakr-ü demmi had: Had safhada kan kaybı  Nezif: Fazla kan kaybından bitkin hale gelen kişi

ÇOK OKUNAN HABERLER

  • z ÇANAKKALE ŞEHİDİNDEN DERSAADET'E SON MEKTUP
  • z İznik'in Kurtuluşu
  • z ÇED OLUMLU RAPORUNA MAHKEMEDEN İPTAL
  • z 28 KASIM İZNİK'İN İŞGALDEN KURTULUŞ GÜNÜ
  • z ADD İZNİK ÇALIŞMA MERKEZİ RESMEN FAALİYETE BAŞLADI
  • z 12 EKİM 1919 İZNİK MÜDAFAA-İ HUKUK CEMİYETİ'NİN KURULUŞU