• DİL
sosyal sosyal sosyal sosyal sosyal
Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir

Mustafa Kemal ATATÜRK

A.Bülent ÜÇOK

kayinormani@gmail.com

30 AĞUSTOS – BÜYÜK TAARRUZDAN BÜYÜK RİCATA

19-10-2018

Türkler, Anadolu’ nun kuzeyinde kalan denize Karadeniz adını verirken, Anadolu’ yu güney ve batıdan çevreleyen denize de Akdeniz demişlerdir. Bu isimler verilirken, kastedilen bu denizlerin rengi değildir. Türk kültüründe, kara kuzeyi, ak ise güneyi simgeler. Ege denizi de güneydeki büyük denizin doğal uzantısı olarak görülerek Akdeniz olarak adlandırılmıştır.

Kurtuluş savaşımızın ve ülkemizin ebedi başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz' un başlama komutunu verirken, “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri..!” ifadesini kullanmıştır. Burada kastedilen ilk hedef; Türk ordularının Anadolu’yu düşmandan temizleyerek batı kıyılarına, özellikle de İzmir’e ulaşmasıdır. Bu komutta bir noktaya dikkat çekmek isterim; Atatürk, “ordular, hedefiniz Akdeniz’dir…” ya da “nihai (son) hedefiniz Akdeniz’dir…” demiyor, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir…” diyor. Bu söylem, belirtilen ilk hedefe ulaşılmasından sonra Büyük Taarruz kapsamında başka hedeflerimizin de var olduğunu net biçimde anlatmaktadır.

Bu bağlamda, 30 Ağustos’da Dumlupınar Meydan savaşının kazanılmasını ve 9 Eylül 1922’de İzmir’ in kurtarılmasını izleyen değişik tarihlerde; Lozan anlaşmasının imzalanarak Doğu Trakya, İstanbul ve boğazların kurtarılması ve ulusal ant sınırlarının gerçekleşmesi, saltanatın ve hilafetin kaldırılması,  Halk fırkasının kurulması  ve Cumhuriyetin ilanı, eğitim ve öğretimin birleştirilmesi, Kılık kıyafet yasası, alfabenin değiştirilmesi, Medeni kanunun kabulü, kadın hakları, Kuran’ın ve ezanın Türkçeleşmesi, gerici isyanların bastırılması, Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının kurulması, kapitülasyonların kaldırılması, Denizcilik ve kabotaj yasası, ulusal ve ağır sanayi kurumlarımızın oluşturulması, Hatay’ın anavatana katılması, Halk evlerinin açılması, Köy enstitülerinin kurulması ve benzerleri gibi pek çok ulusal ve devrimci kazanımlarla çok önemli mevzilerin elde edilmesi; Anadolu’nun kurtuluşu ve aydınlanması yolundaki büyük taarruzun sonraki hedefleri arasında değerlendirilmelidir.

1938 yılında Ulu Önder Atatürk’ün vefatının ardından 1939’da II. Dünya Savaşı başlamıştır. İsmet İnönü’nün akılcı yönetimi ile savaşa girmemeyi başaran Türkiye, yine de savaştan büyük zarar görmüştür. Savaş süresince uygulanan temkinli politikalar, tüm devrimci atılımların duraksamasına, yönetimde ister istemez bir statükonun hakim olmasına, halkta bezginlik ve yılgınlığa neden olmuştur. Ayrıca 1945 yılında başlayan Soğuk savaş döneminde, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebinde bulunduğu iddiası ki, bu konuda bir belge de yoktur aslında, genç Cumhuriyet'in ekseninde ciddi sapmalara neden olmuştur. Bu ortam, karşı devrimci güçlerin palazlanmasına yol açmış ve sonuçta CHP’nin laik uygulamalarından, özellikle de gündeme gelmekte olan Toprak reformu çalışmalarından rahatsız olan gerici-çıkarcı-feodal çevreler, halktaki bezginlikten yararlanarak ve dini duyguları da sömürerek iktidarı ele geçirmeyi başarmışlardır.

Böylelikle emperyalizm ile savaşarak kurulan ülkemiz, ABD emperyalizminin bir ileri karakolu haline gelmiştir. 1950 yılından bugüne kadar ülke yönetimi çok büyük çoğunlukla elinde tutmuş bulunan, piyasacı-liberal-popülist çizgiden ırkçı-dinci-faşist çizgiye kadar değişik tonlardaki sağ zihniyetli iktidarlar elinde Türkiye, 1945’e kadar elde ettiği mevzilerden ricat etmeye (geri çekilmeye) zorlanmıştır. Bu kapsamda ne yazık ki pek çok ulusal-ilerici-aydınlanmacı kazanım yitirilerek; ekonomik ve siyasal bağımsızlıktan vazgeçilmiş, üretim terkedilerek ülkemiz bir açık pazara dönüştürülmüş, hatta tarım ve hayvancılık ülkesi olan Türkiye, her tür gıda dışalımına muhtaç duruma düşürülmüş, “muasır medeniyet seviyesi” beton uygarlığına indirgenmiş, toplumsal örgütler zayıflatılmış, satın ya da teslim alınan yazılı ve görsel basın aracılığıyla büyük bir dezenformasyon ve toplumsal yıkım kampanyası başlatılmış, din taciri tarikat ve cemaat liderlerine itibar kazandırılmış, eğitim ve öğretim birliği zedelenmiş, imam öğretmene tekrar galebe çalmış, parlamenter sistem terkedilerek Atatürk’ün reddettiği başkanlık sistemine geçilmiş, ulusal birlik ve beraberlik zayıflatılmış, hatta ülke bütünlüğünün parçalanmasından bile söz edilir duruma gelinmiştir.

Bu gerilemenin sürmesi durumunda, ülkemizin 1918 koşullarına geri dönmesi bile mümkündür. Bu nedenle, ülkemizin tüm yurtsever, ulusalcı, ilerici, devrimci ve aydınlanmacı güçlerinin, en kısa sürede derlenip toparlanması ve ricattan tekrar taarruza geçmesi gerekmektedir. Bunun için illa da bir liderin öne düşmesi beklenmemelidir. Yüce Atatürk’ün “hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır” taktiği gereği, her yurtsever birey ve kurum, öncelikle kendi sorumluluk alanında üzerine düşenleri layıkıyla yapmalıdır. Bu güçler ve eylemler bir araya geldiğinde oluşarak toplumsal sinerji, zaten pek çok olumsuzluğun değişmesini sağlayacak ve hatta karşı devrim sürecindeki ülkemizi tekrar ulusal devrim yörüngesine oturtacak güçte olabilecektir.

30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun.

A.Bülent Üçok